İnsan, geriye baktığında kendini görmek ister. Fakat bazı bakışlar o kadar uzun sürer ki, ileriyi görecek gözü kalmaz. “O gün” dediğimiz o tek an, zihnimizin salonunda başköşeye kurulur. Ona çay ikram eder, onunla konuşur, onu anlamaya çalışırız. Ama fark etmeden, kapının önünde bekleyen “yarın”ı içeri almayız.
Geçmişe takılmak, zihnin elinde tuttuğu bir fotoğrafı, tekrar tekrar ışığa kaldırmasına benzer. İlk başta ayrıntılar net görünür, renkler canlıdır. Sonra yavaşça solmaya başlar, ama biz bırakmayız. Çünkü orada, hem en çok sevdiğimiz hem de en çok acıttığımız yanımız vardır.
Oysa hayat, ilerleyen bir nehir gibidir; suyun geri akmasını beklemek, susuzluktan ölmek gibidir. Nehirden aldığımız her yudum, ancak aktığı yönü kabul ettiğimizde bizi besler.
Geçmişi yok saymak, onu inkâr etmek değildir. Tam tersine, ona teşekkür edip vedalaşmaktır. Çünkü her anı, bize bir pusula bırakır; yönümüzü tayin edecek olan ise o pusulanın gösterdiği yolda yürüyüp yürümeyeceğimizdir.
Bazen kendimize şu soruyu sormalıyız: “Geçmişi günde kaç kez ziyaret ediyorum?” Eğer cevabımız “sayamayacağım kadar çok” ise, bilmeliyiz ki zamanın misafiri değil, esiri olmuşuzdur. Ve esaret, hangi hatıraya ait olursa olsun, özgürlüğün yerini alamaz.
ÖZGÜRLEŞ..